Pelennor Çayırları Savaşı

Pelennor Çayırları Savaşı

Mordor orduları Minas Tirith'in önünde yerlerini almışlardı. Davullar gümbürdüyordu.

Mordor ordusu saldırıya başlamıştı. Kuzeyden ve güneyden düşman bölükleri surlara saldırıyordu.Gondor Şehri'nin son savunmasının kumandasını Gandalf almıştı. Nereye gitse adamların yürekleri hafifliyor, kanatlı gölgelerin hatırası siliniyordu. Yorulmak nedir bilmeden gitti geldi Hisar' dan Cümlekapısı'na, surlar boyunca kuzeyden güneye; onunla birlikte Dol Amroth Prens'i de gidiyordu, pırıl pırıl zırhları içinde. Çünkü Nümenor soyunu bozulmadan devam ettiren prens ve silahşörleri, beyliklerini muhafaza ediyorlardı. Onları gören adamlar şöyle fısıldaşıyordu: "Aynı eski hikâyelerin anlatmış olduğu gibi; o halkın damarlarında elf kanı var, çünkü Nimrodel halkı bir zamanlar oralarda uzun süre yaşamışlar." Sonra karanlık içinde biri Nimrodel'in şarkısından veya Anduin Vadisi'ne ait, yitip gitmiş yıllardan gelen diğer şarkılardan birkaç beyit okuyordu. Yine de onlar uzaklaştıklarında gölgeler yeniden adamların üzerine abanıyor, yürekleri soğuyor ve Gondor'un bahadırlığı kül oluyordu. Ve böyle böyle, korkularla dolu loş günden, çaresiz gecenin karanlığına geçtiler. Yangın artık Şehir'in ilk dairesinde denetimsiz bir şekilde yükseliyordu; dış surlardaki garnizonun daha şimdiden geri çekilme yolları kesilmişti. Fakat orada, görev yerlerinde kalmış olan sadık kişilerin sayısı çok azdı; çoğu ikinci kapının gerisine kaçmıştı. Nazgul'lerin çığlıkları tüm Gondorlu askerlerin yüreğine korku salmıştı. Düşman en çok Cümlekapısına saldırıyorlardı. Kapı çelik ve demirden yapılmış, inatçı taş kuleler ve burçlarla korunuyor olabilirdi ama bütün o yüksek ve aşılmaz surun en zayıf noktası, kilidiydi.

Devler davullara daha da şiddetli vurmaya başladı. Alevler yükseldi. Tam ortada kocaman bir şahmerdan vardı; muazzam zincirlerin ucunda sallanan, uzunluğu yüzlerce ayağa varan, ormandan kesilmiş bir ağaç. Uzun zamandır Mordor'un demirhanelerinde dökülüp duruyordu bu şahmerdan ve kara çelikten dökülmüş olan iğrenç kafasına kudurmuş bir kurt biçimi verilmişti; üzerinde de yıkım büyüleri vardı. Grond koymuşlardı ismini, eskinin Melkor'unun Fingolfin'i öldüren Yeraltı Tokmağı'nın bir hatırası olarak. Kocaman hayvanlar çekiyorlardı şahmerdanı, etrafını orklar sarmıştı; geriden de şahmerdanı kullanacak olan dağ devleri yürüyordu. Fakat Cümlekapısı civarında mukavemet hâlâ kuvvetli idi; burada Dol Amroth silahşörleri ile garnizonun en çetin adamları saldırmak için hazır bekliyorlardı. Her yandan ok yağıyordu; kuşatma kuleleri birer meşale misali aniden çatırdayarak alev alıveriyordu. Cümlekapısı'nın her iki yanında surların önünde yer döküntüler ve cesetlerle dolup taşmıştı; yine de sanki zıvanadan çıkmış gibi daha da çok sayıda düşman geliyordu.

Grond yoluna devam eti. Grond'un iskeleti ateş almıyordu; arada bir şahmerdanı çekmekte olan kocaman hayvanlardan biri delirip, şahmerdanı koruyan sayısız ork arasında tepinip onları yere serse bile, bunların cesetleri yoldan çekiliyor ve diğerleri onların yerine geçiveriyordu.

Grond yoluna devam etti. Davullar deliler gibi gümbürdüyordu. Cesetlerin oluşturduğu tepeciklerin üzerinden korkunç bir suret belirdi: Bir atlı, uzun boylu, kukuletalı, kara bir pelerine bürünmüş. Yavaş yavaş, ölenlerin üzerine basarak, okları umursamadan ileri doğru sürdü atını. Durdu ve uzun, soluk kılıcını kaldırdı. Ve o tam bunu yaparken herkesin içine, hem şehri savunanların, hem de düşmanın içine büyük bir korku düştü; adamların kollan iki yanlarına düştü, artık yayların telleri şakımıyordu. Bir an için her şey durdu. Davullar gümbürdeyerek takırdadı. Grond büyük bir hamleyle, kocaman eller tarafından ileriye savruldu. Kapıya ulaştı. Sallandı. Bulutlar içinde gezen gökgürültüsü gibi derinden bir bum sesi bütün Şehir'de gümbürdedi. Fakat demirden kapılar ve çelikten destekler bu darbeye dayandı.

Kara Kumandan üzengisi üzerinde doğrularak, unutulup gitmiş bir dilde, hem yüreği hem de taşı parçalayacak, güç ve dehşet kelimeleri söyleyerek korkunç bir sesle bağırdı. Üç kere bağırdı. Üç kere bumladı koca şahmerdan. Ve aniden son darbede Gondor'un Cümlekapısı kırıldı. Sanki çok tesirli bir büyüye kapılmış gibi infilak ederek parçalandı: Gözleri kör eden bir şimşek çaktı ve kapılar yarılmış parçacıklar halinde yere yıkıldı.

Nazgûl Efendisi atını içeri sürdü. Gerideki alevlerin önünde, muazzam bir ümitsizlik tehdidi halinde büyüyen, kocaman kara bir suret olarak yükseldi. Sürdü atını içeri Nazgûl Efendisi, daha önce hiçbir düşmanın geçememiş olduğu kemer altından; yüzünü gören herkes kaçmıştı.

Biri hariç herkes. Orada, Cümlekapısı'nın önündeki alanda sessiz ve hareketsiz bekleyen Gandalf, Gölgeyele'nin üzerinde oturuyordu: Dünyanın bütün hür atlan içinde bu dehşete kıpırdamadan, Rath Dinen'deki oyulmuş bir heykel gibi sabit bir şekilde katlanabilecek tek at olan Gölgeyele'nin üzerinde.

Gandalf demiş ki
"Buraya giremezsin, sen kendin için hazırlanmış olan cehenneme geri dön! Geri dön! Seni ve Efendini bekleyen hiçliğe düş. Git!"


Kara Süvari kukuletasını geriye itti; o da ne! Başında krallara ait bir taç vardı; yine de taç görünen hiçbir baş üzerine oturtulmamıştı. Tacın ve örtülü geniş, kara omuzlarının arasından al al alevler parlıyordu. Görünmeyen ağzından ölümcül bir kahkaha duyuldu.

Cadı-Kral demiş ki
"Yaşlı ahmak!" "Yaşlı ahmak! Bu benim saatim. Gördüğünde ölüm'ü tanımaz mısın sen? Geber; lanetlerin boşuna artık!"


Bunu der demez kılıcını yukarılara kaldırdı; kılıçtan baştan aşağıya alevlendi.

Gandalf kıpırdamadı. Ve tam o anda, Şehir'in avlularından birinde bir horoz öttü. Tiz sesiyle net bir biçimde öttü; ne büyücülüğe ne de savaşa kulak asıyor, sadece ölümün gölgelerinin çok yukarısında, gökyüzünde, şafakla gelen sabahı karşılıyordu.
Ve ona karşılık verircesine uzaktan başka bir ses duyuldu. Borular, borular, borular. Karanlıkta Mindolluin'in yanlarında donuk donuk yankılandılar. Kuzey'in koca boruları deliler gibi üfleniyordu. Rohan sonunda gelmişti.

Theoden yakınında olan hanedan mensuplarına dönerek, ilk atçanlar arasından da birçok kişinin duyabileceği şekilde net bir sesle konuştu:

Theoden demiş ki
"Artık zamanı geldi Yurt'un Süvarileri, Eorloğulları! önünüzde düşman ve ateş var; yurtlarınız ise ırak, geride. Yine de, ellerin cephesinde cenk etseniz de, orada semeresini göreceğiniz zafer sonsuza kadar sizin olacaktır. And içtiniz: Şimdi yerine getirin bunları beyiniz, toprağınız ve dostluğun birliği adına!"


Adamlar mızraklarını kalkanlarına vurdular.

Theoden demiş ki
"Eomer, oğlum! Sen ilk atçanları yönet, onlar kralın sancağı arkasından, tam ortadan gidecek. Elfmiğferi sen, surları geçtikten sonra bölüğünü sağa yönelt. Grimbold kendi bölüğünü sola götürsün. Geriden gelen bölükler de bu üç bölüğü izlesinler ellerinden geldiğince. Düşman nerede toplaşırsa orayı vurun. Başka planlar yapamayız, çünkü henüz cephede neler olduğunu bilmiyoruz. Şimdi gidin ve karanlıktan korkmayın.


Dış surların olduğu yere bir fersah kadar kalmıştı. Kısa bir süre sonra surlara vardılar.

Vahşi çığlıklar koptu, silahların şangırtısı duyuldu ama çok kısa sürdü. Surlarda savaşan orklar hem azdı, hem de şaşırmışlardı; çabucak öldürüldüler veya savuşturuldular. Rammas'ın kuzey kapısının yıkıntılarının önünde kral bir kez daha durdu, ilk atçan grubu kralın arkasına ve her iki yanına yaklaştı. Elfmiğferi'nin bölüğü sağ tarafta olduğu halde Saklımiğfer krala yakın bir yerde durdu. Grimbold'un adamları yana dönerek, surların doğu tarafında biraz uzaktaki bir yarıktan dolanıp girdi.

Artık Rohan ordusu sessizce Gondor cephesinde ilerliyor, aynı insanların güvenli zannettikleri bir bentin gediklerinden geçip kabaran bir sel gibi yavaş yavaş ama muntazaman akıyordu. Fakat Kara Komutan'ın bütün aklı ve iradesi tamamen düşmekte olan şehre eğilmişti ve henüz ona planlarında bir çatlak olduğuna dair ikazda bulunan bir haber ulaşmamıştı.Bir süre sonra kral adamlarını biraz doğuya doğru yönlendirdi, kuşatmanın ateşleri arasına ve dış cephesine gidebilmek için.

Hâlâ onlara meydan okuyan olmamıştı ve hâlâ Theoden bir işaret vermemişti. Sonunda bir kez daha durdu. Şehir artık daha da yakındaydı. Havada bir yanık kokusu ve ölümün ağır gölgesi vardı. Atlar huzursuzlandı. Fakat Thedon kral Karyele üzerine oturmuş, hareketsiz, Minas Tirith'in can çekişmesini seyrediyordu; aniden büyük bir kedere veya korkuya kapılmış gibi. Sanki büzülmüş, yaşlanıp küçülmüştü.

Çok, çok uzakta, Güney'de yuvarlanan, sürüklenen bulutlar, ırak gri suretler şeklinde belli belirsiz görülüyorlardı: Sabah bunların gerisinde uzanıyordu. Fakat aynı anda bir şimşek çaktı, sanki Şehir'in altındaki topraktan bir yıldırım yükselmiş gibi. Kör edici bir an için, uzakta siyah ve beyaz, göz kamaştırarak durdu, en uç noktası pırıldayan bir iğne gibi yükseldi; sonra karanlık yeniden kapanırken, tarlaların üzerinden koca bir bum sesi koptu. Bu sesle kralın bükülmüş sureti aniden doğruldu. Yeniden uzun boylu ve mağrur görünüyordu; üzengileri üzerinde doğrularak yüksek bir sesle bağırdı, orada bulunanların ölümlü bir adamdan daha önce duymadıkları bir berraklıkla:

Uyanın, uyanın, Theoden'in Süvarileri!
Kötülükler kapımızda: Ateş ve katliam!
Mızrak savrulacak, kalkan parçalanacak,
Kılıç günü geldi, kızıl gün geldi daha güneş doğmadan!
Sürün atlarınızı, sürün! Haydi Gondor'a!


Bu sözlerle birlikte sancaktan Guthlâftan büyük bir boru aldı ve ona öyle büyük bir güçle üfledi ki boru parçalara ayrıldı. Ve derhal, ordudaki bütün borular birlikte kaldırılıp şakıdılar; o anda Rohan'ın borularının üflenmesi ovada bir fırtına, dağlarda bir gök gürültüsü gibiydi.

Sürün atlarınızı, sürün! Haydi Gondor'a! Kral aniden Karyele'ye seslendi ve at ok gibi ileri fırladı. Arkasından sancağı, yani yeşil ovadaki beyaz atlı bayrak havada dalgalandı fakat kral onu geride bıraktı. Arkasından hanedanının süvarileri şimşek gibi çaktı ama kral hep onlardan çok ilerdeydi. Eomer önden gidiyordu, miğferindeki beyaz atkuyruğu hızından uçuyordu; atçanların öndeki ilk bölümü sahilde patlayan köpük köpük dalga gibi kükredi ama Theoden'e yetişemiyordu. Delirmiş gibiydi adeta; ya da babalarının cenk çılgınlığı damarlarında akmaya başlamıştı; Karyele'nin üzerinde eskilerin tanrıları gibi duruyordu, tıpkı dünya daha gençken olan Valar savaşındaki Muhteşem Orome gibi. Altın kalkanı ortaya çıkmıştı ve o da nesi! Güneş'in sureti gibi parlıyor, çimenler küheylanının ak ayaklarında yeşil alevler oluşturuyorlardı. Çünkü sabah ermişti, denizden gelen yel ve sabah erişmişti; karanlık geri çekilmişti; Mordor'un orduları ağlaşıyordu, dehşet sarmıştı her yanlarını; kaçtılar ve öldüler, hiddetin nalları üzerlerinden geçti. Sonra bütün Rohan ordusu bir şarkıya başladı, bir yandan biçtiler, bir yandan şarkı söylediler çünkü cengin keyfini çıkartıyorlardı; zarif ve korkunç olan şarkılarının sesi Şehir'e bile varmıştı.

Fakat Gondor'a yapılan saldırıyı yöneten ne bir ork komutanıydı ne de bir eşkıya. Kral, Yüzüktayfı, Nazgûl Efendisi olarak bir sürü silahı vardı. Cümlekapısı'nı bırakarak gözden yok oldu. Yurt'tın Kralı Theoden, Cümlekapısı'ndan Nehir'e uzanan yola varmış, Şehir'e doğru dönmüştü ve artık şehirden bir mil kadar uzaktaydı. Hızını biraz azaltmış yeni düşmanlar arıyordu; silahşörleri etrafına toplandı; Saklımiğfer bunların arasındaydı, ilerde, surlara daha yakın yerlerde Elfmiğferi'nin adamları muhasara aletlerinin arasında düşmanlarını ateş çukurlarının içine doğru biçiyor, kesiyor, sürüyordu. Hemen hemen Pelennor'un bütün kuzey yarısı istila edilmiş, kamplar ateşe verilmişti, orklar avcıların önündeki sürüler gibi Nehir'e doğru kaçıyorlardı; Rohirrim ise, gönüllerinin dilediğince bir o yana, bir bu yana gidiyordu. Fakat henüz kuşatmayı alaşağı edememiş, Cümlekapısı'na ulaşamamışlardı. Kapının önünde çok düşman vardı; üstelik ovanın diğer yarısında henüz dövüşülmemiş ordular bulunuyordu. Güneyde, yolun gerisinde Haradrim'in ana gücü bulunuyordu ve burada onların atlıları kendi başkanlarının sancağı altında toplanmıştı. Başkanları baktı ve artmakta olan ışıkta kralın sancağını gördü; sancak az ilerideydi ve etrafında az sayıda adam vardı. Bunun üzerine kızıl bir öfkeyle yüksek sesle haykırdı, al üzerine karayılan olan sancağını göstererek bir yığın adamıyla yeşil üzerindeki ak atın üzerine geldi; Güneyliler'in palalarını çekişi yıldızların pırıltılarını andırmıştı.

Sonra Theoden onun farkına vardı; saldırısını beklemeden Karyele'ye seslenerek dosdoğru onu karşılamak için hücum etti.

Karşılaşmalarının gürültüsü muazzam oldu. Fakat Kuzeyliler'in ak şiddeti daha bir yanıyordu; üstelik uzun mızraklarıyla gösterdikleri hüner daha fazla ve daha acımasızdı. Daha azdılar ama Güneyliler arasından ormandaki ateş topu gibi yarıp geçtiler. Kuşatmanın ortasından dalıp geçti Thengel oğlu Theoden; başkanlarını yere sererken mızrağı titremişti. Savruluverdi kılıcı ve sancağa doğru mahmuzladı atını, gönderi ve sancaktan biçti; karayılan düştü. O zaman öldürülmeden bırakılmış olan
süvarilerin hepsi dönerek uzaklara kaçtı. Fakat o da ne! Aniden haşmetinin tam ortasında kralın altın kalkanı karardı. Yeni doğan sabaha gökyüzünden bir leke düştü.
Etrafına karanlık çöktü. Atlar gerileyerek kişnedi. Eyerlerinden yere düşen adamlar yerde süründüler.

Theoden demiş ki
"Buraya! Buraya! Kalkın Eorloğulları! Karanlıktan korkmayın!''


Fakat dehşetle çıldıran Karyele şaha kalktı, boşluğa tekmeler savurup büyük bir çığlıkla yana düştü: Kara bir ok delip geçmişti onu. Kral atın altında kaldı.

Koca gölge, düşen bir bulut gibi alçaldı. Ve bakın hele! Bu kanatlı bir yaratıktı: Eğer bir kuş idiyse, o zaman bütün diğer kuşlardan daha büyük ve çıplaktı, ne tüyü ne dikeni vardı ve geniş kanatlan da boynuzlu parmaklar arasına gerilmiş deriden ağlara benziyordu; çok pis kokuyordu. Belki de daha eski bir dünyanın yaratığıydı; cinsi Ay'ın altında unutulmuş soğuk dağlarda büyümüş, bu günlere kadar gelebilmiş ve iğrenç yuvasında, şerre meyilli bu zamansız son yavrusunu yetiştirmişti.

Karanlıklar Efendisi onu almış, sonunda uçan bütün diğer şeylerin çok ötesinde büyüyünceye kadar kötü etlerle beslemişti; sonra da onu hizmetkârlarına binek olarak vermişti. Alçaldı, alçaldı, sonra parmaklı ağını katlayarak çatlak bir çığlık attı, Karyele'nin bedeni üzerine kondu, pençelerini batırıp uzun ve çıplak boynunu uzattı.
Üzerinde bir şekil oturuyordu, siyah pelerinli, kocaman ve tehditkâr. Çelikten bir taç taşıyordu fakat cübbesiyle, tacın kenarı arasında, gözlerinin ölümcül pırıltısından başka hiçbir şey görünmüyordu: Nazgûl Efendisi. Havaya dönmüş, karanlık bozulmadan önce bineğini çağırmış ve sonra tekrar geri dönmüştü, etrafa felaket saçarak, ümidi ümitsizliğe, zaferi ölüme çevirerek. Kocaman kara bir topuz kullanıyordu.

Fakat Theoden tamamen yüzüstü bırakılmamıştı. Hanedanından olan silahşörler ya etrafında katledilmiş olarak yatıyordu ya da çıldıran küheylanları gemi azıya alıp onları uzaklara taşımışlardı. Yine de hâlâ orada duran biri vardı: Genç Saklımiğfer, sadakati korkusuna baskın çıkmış, ağlıyordu çünkü beyini babası gibi severdi.

Sonra aklına düşmüş karanlığın arasından Saklımiğfer'in sesini duyduğunu sandı; ama o anda ses bir tuhaf gelmişti, tanıdığı başka bir sesi çağrıştırıyordu.

Saklımiğfer demiş ki
"Yıkıl karşımdan leş kargalarının başı, iğrenç yaratık! Ölüleri rahat bırak!''


Cadı-Kral demiş ki
"Nazgûl ile avının arasına girme! Yoksa seni sıran geldiğinde öldürmem. Alır, bütün karanlıkların gerisinde etlerinin yenip bitirileceği, kuruyarak büzüşen aklının Kapaksız Göz önünde çıplak bırakılacağı feryat evlerine taşırım."


Bir kılıç şakırdadı kınından çekilirken.

Saklımiğfer demiş ki
"Ne istersen onu yap; ama buna engel olacağım eğer elimden gelirse."


Cadı-Kral demiş ki
"Engel olmak mı? Seni ahmak seni. Hiçbir ölümlü adam bana engel olamaz!"


Sonra Merry, o saatte duyduğu seslerin en garibini duydu. Sanki Saklımiğfer gülüyordu; berrak sesi çeliğin şakırtısı gibiydi.

Saklımiğfer demiş ki
"Ama adam değilim ki ben! Karşında bir kadın var! Eomund'un kızı Eowyn'im ben. Sen benim ile beyim, hısmım arasında duruyorsun. Yıkıl, eğer ölümsüz değilsen! Yoksa canlı da olsan, kara bir ölmemiş de olsan biçerim seni, eğer ona dokunursan."


Kanatlı yaratık kıza doğru bir çığlık attı ama Yüzüktayfı hiç cevap vermedi; sessizdi, sanki ani bir kuşku duyarmış gibi. Bir an için hayretin ta kendisi baskın çıktı Merry'nin korkusuna. Gözlerini açtı ve birden karanlık kalkıverdi gözleri üzerinden. Orada, ondan birkaç adım ileride koca hayvan oturuyordu ve etrafındaki her şey karanlık gibiydi; üzerinde Nazgûl Efendisi ümitsizliğin gölgesi gibi yükseliyordu. Biraz sol tarafta, yüzü onlara dönük Merry'nin Saklımiğfer dediği kişi duruyordu. Fakat kendini gizlediği miğfer düşmüştü başından; bağından kurtulmuş parlak saçları soluk altın ışıltısıyla omuzlarında pırıldıyordu. Deniz gibi gri olan gözleri sert ve insafsızdı; yine de yanaklarında gözyaşları vardı. Elinde bir kılıç vardı; kalkanını düşmanının gözlerinin dehşetine karşı kaldırmıştı.

Eowyn idi bu; hem de Saklımiğfer. Çünkü Merry'nin aklında, Dunharrow'dan ayrılırken gördüğü yüzün anısı şimşek gibi çaktı: Hiç umudu olmadan, ölümü aramaya giden birinin yüzü. Gönlünü acıma duygusu ve büyük bir merak aldı ve aniden soyunun o yavaş tutuşan cesareti uyandı. Ellerini sıktı. Bu kadar zarif, bu kadar umutsuz olan bu kız ölmemeliydi! En azından tek başına, yardım görmeden ölmeyecekti.

Düşmanın yüzü ona dönük değildi ama o hâlâ, ya o ölümcül gözler üzerine düşerse korkusuyla hareket etmeye pek cesaret edemiyordu. Yavaş yavaş yan tarafa doğru emeklemeye başladı; fakat kuşku ve garazla tüm dikkatini önünde duran kadına vermiş olan Kara Komutan, ona çamur içinde debelenen bir solucandan fazla bir önem vermedi.
Aniden koca hayvan iğrenç kanatlarını çırptı; yarattıkları rüzgâr pis kokuluydu. Tekrar havaya sıçradı ve sonra hızla, çığlık atarak gagası ve pençeleriyle saldırarak Eowyn'in üzerine inmeye başladı.

Yine de ürkmedi Rohirrim'in kızı, kralların çocuğu, ince ama çelik bir bıçak gibi, zarif ama korkunç Eowyn. Hızla bir darbe indirdi, ustaca ve ölümcül. Uzanmış boynu ikiye ayırdı ve kesilen kelle bir taş gibi düştü. Koskoca şekil çarpıp yıkılırken geriye doğru sıçradı, geniş kanatlar gerildi; toprağa çöktü; onun düşüşüyle gölge geçip gitti. Kızın etrafına ışıklar döküldü ve saçı güneş ışığında parladı.

Yıkıntı içinden Kara Süvari uzun boyuyla doğruldu, tehdit edercesine, kızın üzerinde yükseldi. Kulakları zehrin kendisiymişçesine ısıran bir nefret haykırışıyla topuzunu indirdi. Kızın kalkanı bin parçaya bölündü, kolu da kırılmıştı; tökezlenip dizleri üzerine düştü. Kara Süvari üzerine bir bulut gibi eğildi, gözleri pırıldıyordu; topuzunu öldürmek için kaldırdı.

Fakat aniden o da can acısından bağırarak ileriye doğru tökezledi; darbesi boşa gitti ve yere savruldu. Merry'nin kılıcı onu arkadan vurmuştu, kara pelerinini yırtıp zırhlı yeleğinin altına girerek o koca dizinin arkasındaki kirişi parçalamıştı.

Kız sendeleyerek, bütün çabasıyla ve son gücüyle kılıcını taç ile pelerin arasına indirdi, o koca omuzlar önünde eğilmişken. Kılıç kıvılcımlar saçarak paramparça oldu. Taç, bir takırtıyla yuvarlandı gitti. Eowyn öne, düşmanının üzerine devrildi. Ama o da ne! Pelerin ve zırhlı yelek boştu. Artık biçimsizce yırtılmış ve atılmış bir halde uzanıyordu yerde; derken tüyler ürpertici bir çığlık yükseldi, tiz bir uluma sesi halinde azalarak rüzgârla birlikte geçip gitti; ölüp giden bedensiz, ince ses yutulup yok oldu ve bu dünyanın o çağında bir daha da hiç duyulmadı.

Oracıkta, ölenlerin ortasında duruyordu hobbit Meriadoc, gün ışığındaki bir baykuş gibi gözlerini kırpıştıra kırpıştıra, çünkü gözyaşları kör etmişti onu; buğular arasından, orada uzanmış hiç kıpırdamadan yatmakta olan Eowyn'in zarif saçlarına baktı; sonra zaferinin tam ortasında düşmüş olan kralın yüzüne de baktı. Çünkü Karyele can çekişirken yuvarlanarak kralın üzerinden kalkmıştı; ama yine de sahibinin felaketine neden olmuştu.

Bunun üzerine Merry eğilerek öpmek için kralın elini kaldırdı ve o da ne! Theoden gözlerini açtı; gözleri berraktı ve zorlanarak da olsa sakin bir sesle konuştu.

Theoden demiş ki
"Elveda Efendi Hobbit! Bedenim kırıldı. Atalarıma gidiyorum. Ve artık, onların o kudretli topluluklarında bile utanmayacağım. Karayılanı düşürdüm. Ümitsiz bir sabah, mutlu bir gün ve altın bir gün batımı!"


Merry konuşamadı, yine gözyaşlarına boğulmuştu.

Merry demiş ki
"Affet beni beyim, emirlerine uymadıysam ve seninle ayrılırken ağlamaktan başka bir hizmet sunamadıysam sana..."


Gözyaşlarını aceleyle silerek Eowyn'in ona vermiş olduğu yeşil kalkanı almak için eğildi; kalkanı arkasına astı. Sonra elinden düşen kılıcına bakındı; çünkü darbesini indirirken kolu uyuşmuştu ve artık sadece sol elini kullanabiliyordu. Ama o da ne! Silahı orada duruyordu da keskin kısmı ateşe sürülmüş kuru bir dal gibi tütüyordu; o bakarken kılıç büzüştü, büzüştü ve yok oldu. Böyle yok olup gitti Höyük Yaylaları'nın kılıcı, Batıelli'lerin eseri. Ama kılıcın kaderini, Dunedain henüz gençken ve düşmanlarının en belli başlı korkuları Angmar diyarı ile bu diyarın büyücü kralı olduğu zamanlarda, Kuzey Krallığında uzun süre önce yavaş yavaş yapmış olan kişi bileydi, mutlu olurdu. Başka hiçbir kılıç, isterse çok daha kudretli eller tarafından kullanılmış olsun, o düşmanda öyle acı bir yara açamaz, ölümsüz etini yaramaz, onun iradesinin görünmeyen gücünü dokuyan büyüyü bozamazdı.

Düşmanın yeni güçleri Nehir'deki yoldan büyük bir hızla ilerliyor, surların altından da Morgul alayları geliyordu; güney yönünden önde atlılar, arkada piyadeler Harad'lılar geliyor, bunların arkasında da üzerlerinde savaş kuleleriyle mumcuların koca sırtlan yükseliyordu. Fakat kuzeyden Eomer'ın ak sorgucu, tekrar bir araya getirip kumanda ettiği koca Rohirrim cephesinin başını çekiyordu.Rohirrim Tek bir sesle, olanca güçleriyle, korkunç bir biçimde Ölüm!!! diye haykırıyorlardı; savaş büyük bir akıntı gibi hız kazanarak göçmüş krallarının etrafından toparlanıp geçti ve güneye doğru gürledi. Şehir'deki bütün insan gücü dışarı çıkmıştı, Dol Amroth'un gümüş kuğusu öncüler tarafından taşınıyor ve düşmanı Cümlekapısı'ndan sürüyordu.

Adamlar kralı kaldırmışlardı artık; mızrak sopalarının arasına pelerinlerini sererek onu Şehir'e doğru taşıyacak bir sedye yaptılar idareten: diğerleri de Eowyn'i kibarca kaldırdı ve onu da kralın ardından taşıdı. Fakat kralın hanedanına mensup adamları henüz savaş alanından getiremiyorlardı; çünkü kralın silahşörlerinin yedisi düşmüştü. Böylece onları düşmanlarından ve o kötü hayvandan ayrı bir yere uzatıp etraflarına mızraklar yerleştirdiler. Daha sonra, her şey olup bittikten sonra geri dönerek orada bir ateş yakıp hayvanın leşini yaktılar; fakat Karyele için bir mezar kazarak, mezara üzerinde Gondor ve Yurt dillerinde şu yazıların kazınmış olduğu bir taş diktiler:

Sadık bir hizmetkârdı ama efendisinin felaketi oldu yine de, Tezayak'ın tayı, hızlı Karyele.

Uzun ve yeşil bitti Karyele'nin mezarı üzerindeki otlar, ama o hayvanın yakıldığı yerdeki toprak hep kara ve çıplak kaldı.

Artık yavaş yavaş ve hüzünle yürüyordu Merry taşıyıcıların yanında; çatışmaya kulak asmıyordu. Yorgundu, acı içindeydi ve elleri, kollan, bacakları sanki üşüyormuş gibi tir tir titriyordu. Denizden büyük bir yağmur geldi; sanki her şey Theoden ve Eowyn için ağlıyor, Şehir' deki yangını gri gözyaşlarıyla söndürüyordu. Derken puslar arasından Gondor'lulann öncülerinin gelmekte olduğunu gördü. Dol Amroth Prensi Imrahil sürdü atını ve onların önünde dizginlerini çekti.

Prens İmrahil demiş ki
"Yükünüz nedir Rohan'ın insanları?"


Süvariler demiş ki
"Theoden Kral. Öldü. Fakat Eomer Kral yönetiyor artık cengi: Ak sorgucu rüzgârda dalgalanan o."


Bunun üzerine prens atından inerek krala ve kralın büyük saldırısına hürmeten tabutunun yanında diz çöküp ağladı. Sonra ayağa kalkarak Eowyn'e baktı ve şaşkınlıklar içinde kaldı.

Prens İmrahil demiş ki
"Burada bir kadın var galiba? İhtiyacımız karşısında Rohirrim kadınları da mı savaşa geldi?"


Süvariler demiş ki
"Hayır! Bir teki sadece, Hanım Eowyn'dir o, Eomer'ın kızkardeşi; bu saate kadar onun geldiğinden haberimiz yoktu, şimdi kahroluyoruz bu yüzden.


"Sonra prens, yüzü solgun ve soğuk da olsa onun güzelliğini görerek, daha yakından bakmak için eğilirken kızın eline değdi.

Prens İmrahil demiş ki
"Rohanlılar! Aranızda hiç hekim yok mu? Ölümcül bir yara ile yaralanmış olabilir ama kanımca hâlâ yaşıyor."


Kolundaki parlatılmış kol zırhını kızın soğuk dudaklarına götürdü: zırhın üzerinde ancak görülebilen minik bir buğu oluşmuştu.

Borular öttürülüyor, borazanlardan kulakları tırmalayan sesler çıkıyor, mûmak'lar savaşa sürülürken böğürüyorlardı. Şehir'in güney surları altında Gondor'un piyadeleri, hâlâ burada büyük bir güç halinde toplanmış bulunan Morgul alaylarıyla savaşıyorlardı. Gondor süvarileride doğuya Eomer'ın imdadına gittiler.Başlarında Anahtarlar Muhafızı, Lossarnach Beyi Uzun Hurin, Yeşil Tepeler'den Hirluin ve etrafında silahşörleriyle zarif Prens Imrahil.Süvarilerin üçgen şeklinde ilerleyen büyük kümesi Güneyliler'in saflarından geçerek atlılarını mağlup etmiş, piyadelerini mahvetmişti. Fakat mûmak'ların gittiği yere atlar gitmiyor, ürküyor, yoldan sapıyorlardı; büyük canavarlarla dövüşülmemişti, onlar savunma kuleleri gibi duruyorlar, Haradrim onların etrafında toplanıyordu. Ve eğer Rohirrim saldırırken Haradrim'den üç kere daha az sayıda idiyse bile, kısa bir süre sonra durumları daha da kötü oldu; çünkü artık Osgiliath'tan savaş alanına yeni güçler akmaya başlamıştı. Bunlar buraya Şehir'i ve Gondor'u yağmalamak için toplanmış ve komutanlarının emrini bekliyorlardı. Komutanları artık yok edilmişti; fakat Morgul'un vekili Gothmog onları bu karışıklığın içine atmıştı; baltalarıyla Doğulular, Khand'ın Variag'ları, allar içinde Güneyliler, Uzak Harad'dan beyaz gözlü, kırmızı dilli yan deve benzeyen kara renkli adamlar. Kimisi şimdi Rohirrim'in ardından aceleyle gidiyor, diğerleri Gondor'un güçlerini durdurmak ve Rohan'a katılmalarına mani olmak için batı tarafını tutuyorlardı.

Gün böyle başlayıp Gondor'un aleyhine dönmüş, ümitleri azalırken ve öğlen zamanlarında artık büyük bir rüzgâr eser, yağmur kuzeye koşar ve güneş parlarken Şehir'den yeni bir haykırış işitildi. O berrak havada surlardaki gözcüler dehşet veren yeni bir görüntüye tanık oldular ve son umutları da kendilerini terk etti.

Çünkü Anduin, Harlond'daki kıvamından öyle akıyordu ki Şehir'den bakan adamlar birkaç fersah boyunca nehri uzunlamasına görebiliyorlardı; gözleri keskin olan biri, gelen herhangi bir gemiyi yaklaşırken görebilirdi. Ve o yöne bakarak dehşetle bağırıyorlardı; akarsu üzerinde kapkara bir filonun rüzgârla geldiğini görmüşlerdi: Kadırgalar ve bir sürü kürekli ağır gemi ve meltemde bel büken kara yelkenler.

Askerler demiş ki
"Umbar Korsanları! Bakın! Umbar Korsanları geliyor! Demek ki Belfalas düşmüş, Ethir de; Lebennin de gitti. Korsanlar üzerimize geldi! Bu kör talihin son darbesi!"


Şehir'de kumanda edecek kimse kalmadığı için, kimisi gelişigüzel çanlara koşarak alarm verdi; kimisi askerlerin geri çekilmesi için borazanları üfledi.

Askerler demiş ki
"Surlara geri gelin! Her yer basılmadan geri gelin!"


Fakat gemilere hız kazandıran rüzgâr onların bütün feryatlarını uzağa taşıdı. Gerçi Rohirrim'in ne haberlere, ne de alarma ihtiyacı vardı. Hepsi kendiliklerinden kara yelkenleri gayet iyi görebiliyorlardı.

Çünkü Eomer artık Harlond'dan ancak bir mil kadar uzaktaydı ve arkasından yeni düşmanlar kaynaşarak gelip onların Prens'le bağlantısını keserken, karşılaştığı ilk düşmanın büyük baskısı onunla liman arasında kalmıştı. Şimdi Nehir'e bakıyordu; içindeki bütün ümit öldü ve biraz önce kutsadığı rüzgâra şimdi lanet etmeye başladı. Fakat Mordor'un orduları yüreklenmişlerdi; yeni bir heves ve taşkınlıkla dolarak bağıra çağıra saldırıya geçtiler. Eomer'in ruhu sertleşmiş ve aklı bir kez daha açılmıştı. O tarafa gelebilecek bütün adamların sancağı altında toplayabilmek için boruları çaldırdı; çünkü en azından büyük bir duvar oluşturmayı düşünüyordu; dayanabildiği kadar burada kalıp, düşünceye kadar yerde savaşmayı, Batı'da son Yurt Kralı'nı hatırlayacak hiçbir adam kalmayacağı halde, Pelennor kırlarında şarkılara geçecek işler başarmayı düşünüyordu. Böylece yeşil tepeciğe sürerek atını buraya sancağını dikti ve Ak Atlı sancak rüzgârda çırpınmaya başladı.

Sonra bir hayrettir aldı Eomer'i; büyük de bir coşku; kılıcını güneşe doğru fırlattı ve tekrar yakalarken şarkılar söyledi. Bütün gözler onun bakışını izledi ve o da ne! En öndeki gemide büyük bir bayrak açıldı, gemi Harlond'a doğru dönerken rüzgâr bu bayrağı gözler önüne serdi. Ak Ağaç çiçek açmıştı bayrakta, Gondor için; fakat etrafında Yedi Yıldız vardı ve üzerinde bir taç, yani Elendil'in sayısız yıldır hiçbir hükümdarın kullanmadığı nişanı. Ve yıldızlar güneş ışığında alev alevdi çünkü Elrond'un kızı Arwen tarafından' değerli taşlarla işlenmişti; taç da sabah ışığında parlak görünüyordu çünkü mithril ve altından yapılmıştı.Böyle varmıştı Isildur'un varisi Arathorn oğlu Aragorn Ölülerin Yolu'ndan Gondor krallığına, Deniz'den gelen yelle taşınarak; Rohirrim'in cümbüşü bir kahkaha seli ve kılıçların şimşeği; Şehir'in neşesi ve şaşkınlığı ise borazanların müziği ve çanların sesi olmuştu. Fakat Mordor'un ordularını bir delilik sarmıştı ve kendi gemilerinin düşmanlarıyla dolu olması onlara bir çeşit büyü gibi gelmişti; kaderin gelgitlerinin kendi aleyhlerine döndüğünü ve sonlarının yakın olduğunu anlayınca üzerlerine kara bir korku düştü.

Doğuya sürdüler atlarını Dol Amroth'un silahşörleri, önlerinde düşmanı sürerek: Dev adamları, Variag'ları ve güneş ışığından nefret eden orkları. Güneye ilerledi Eomer; adamlar onun gözü önünde kaçıştılar ve örs ile çekiç arasına kısıldılar. Çünkü artık adamlar gemilerden Harlond iskelelerine atlıyorlar ve kuzeye doğru bir yıldırım gibi esiyorlardı. Legolas ve elinde baltası ile Gimli de geldi; ve Lebennin, Lamedon ve Güney tımarlarından bahadır halkını yöneten sanca-ğıyla Halbarad ve Elladan, alnında yıldızlarıyla Elrohir ve Kuzeyin Kolcuları, ağır elli Dünedain. Fakat hepsinin önünden yeni tutuşturulmuş bir ateş gibi parlayan Batının Alevi Anduril, yani en az eskisi kadar ölümcül dövülmüş Narsil ile Aragorn gidiyordu ve alnında Elendil'in Yıldızı vardı.Ve böylece sonunda Eomer ile Aragorn savaşın ortasında buluştular; kılıçlarına yaslanarak birbirlerine baktılar; memnundular.

Aragorn demiş ki
"Aramızda Mordor'un bütün orduları olduğu halde böyle buluştuk işte yine, Borukent'te böyle söylememiş miydim?''


Eomer demiş ki
"Öyle konuşmuştun, fakat umut insanları genellikle kandırır ve o zamanlar ben senin uzağı gören bir kişi olduğunu bilmiyordum. Yine de beklenmedik anda gelen bir yardım iki kere kutlu olsun; dostların karşılaşması daha önce hiç böyle neşe dolu olmamıştır. Daha iyi bir zamanda da olamazdı, çok da erken gelmedin arkadaşım. Çok kayıp ve üzüntüler geldi başımıza.


Aragorn demiş ki
"O halde, haydi bunların öcünü alalım bu konuda konuşmadan önce!


Hâlâ önlerinde zorlu bir dövüş ve uzun bir uğraş vardı; çünkü Güneyliler hem cesur hem de sağlam insanlardı ve çaresizlikleri içinde hiddetliydiler de; Doğulular da güçlü, savaşta pişmiş, aman dilemeyen insanlardı. O yüzden, kâh burada, kâh orada, yanmış bir müştemilat veya ambarın yanında, bir tepecikte veya toprak yığını üzerinde, surların altında veya alanda hâlâ bir araya toplanmaya devam ettiler, saldırdılar ve gün geçip gidinceye kadar dövüştüler. Sonra, sonunda Güneş Mindolluin'in ardından battı ve bütün gökyüzünü büyük bir yangınla doldurdu, böylece tepeler ve dağlar kanla boyanmış gibi oldu; Nehir'den ateş akıyordu ve gece çökerken Pelennor otları al al uzanıyordu. Ve tam o saatte Gondor Meydan Savaşı bitmişti; Rammas'ın çemberi içinde canlı tek bir düşman kalmamıştı. Ölümüne veya Nehir'in kızıl köpüğünde boğulmak için kaçanlar hariç hepsi kılıçtan geçmişti. Çok azı doğuya doğru Morgul veya Mordor'a gidebilmişti; Haradrim ülkesine ise uzaktan bir masal ulaşmıştı sadece: Gondor'un hiddetinin ve dehşetinin bir söylentisi.

Aragorn, Eomer ve İmrahil Şehir Cümlekapısı'na doğru geri sürdüler atlarını; artık yorgunluktan ne sevinecek, ne üzülecek durumdaydılar. Bu üçü hiç yara almamıştı; çünkü böyleydi onlann yazgıları ve bileklerinin gücü ile hüneri; gerçekten de çok az kişi onlara dayanabilmiş veya hiddetleri sırasında yüzlerine bakabilmişti. Fakat diğerlerinin çoğu yaralanmış, sakatlanmış veya savaş alanında ölmüştü. Baltalar atından inmiş tek başına dövüşen Forlong'u biçmişti; okçularını canavarların gözlerini vurmaları için yönetirken mûmaklara saldırınca hem Morthond'lu Duilin, hem de kardeşi çiğnenerek ölmüşlerdi. Ne zarif Hirluin dönebilmişti Pinnath Gelin'e, ne Grimbold Grimslade'e, ne de bükülmez bilekli Halbarad Kuzey topraklarına. Ünü olmayan, isimsiz az insan göçmedi, ister komutan olsun, ister er; çünkü bu çok büyük bir savaştı ve bu savaşta bütün olup bitenleri anlatan hiçbir öykü yazılmamıştır daha.

Sonradan, çok zaman sonra Rohan'da bir destancı Mundburg Höyükleri'nden söz etti türküsünde:

Tepelerde çınlayan boruları duyduk,
Güney krallığında parlıyordu kılıçlar.
Küheylanlar sabah rüzgârı gibi
Daldı Stoningland'a. Cenk oldu.
Orada düştü Başkomutan Theoden,
kudretli Thengel oğlu, dönmedi bir daha
altın saraylarına ve Kuzey kırlarındaki
yeşil otlaklara. Harding ve Guthldf,
Dûnhere ve Deonvine, yiğit Grimbold
Herefara ve Herubrand, Horn ve Fastred
dövüşüp düştüler orada, o uzak ülkede:
Mundburg Höyükleri altında, küfler içinde
yatıyorlar şimdi yoldaşları Gondor beyleriyle
Ne zarif Hirluin dönebildi deniz kıyısındaki tepelere,
ne de yaşlı Forlong döndü zaferle Arnach'a,
ülkesinin çiçekli vadilerine; Derufın ve Duilin,
uzun boylu okçular, dönemediler kara sulara,
dağların gölgesindeki Morthond göllerine.
Beyler ve erler kabul ettiler sabah vakti
ve gün sonunda ölümü. Uzun zamandır uyurlar şimdi
Ulu Nehir kıyısında, Gondor'un çimenleri altında.
Şimdi gözyaşları gibi, parlayan gümüş gibi akan su,
O gün kıpkızıl güdüyordu:
Günbatımıyla alevlenmişti kana boyalı köpükler;
İşaret kuleleri gibi yanıyordu dağlar akşam vakti;
Rammas Echor'a al al düşüyordu çiğ.